Ana içeriğe atla

Celladı İlahlaştıran Kurbanlar

 Platon’dan Max Weber’e

Platon tiranlık sorununu ele ala ilk ve en etkili düşünürlerden biridir. MÖ 380 civarında yazdığı Devlet adlı diyalogunda, demokrasilerin tiranlık biçiminde başarısız olmaya mahkum olduğunu savunur. Platon hiçbir zaman demokrasi taraftarı olmamıştır. Muhtemelen bunun nedeni, hocası Sokrates’i ölüme mahkum eden Atina demokrasisiydi.

Platon, demokratik yönetim biçimlerinin ahlaksız ve eğitimsiz bir nüfus ürettiğine ve bu nüfusun kitlelerin arzularını tatmin etmekte usta olan sözle aldatma ve ikna etme yetenekleriyle donanmış politikacılar için kolay bir av haline hâline geldiğine inanıyordu. Aynı zamanda Platon, ‘’Devlet’’ ile aynı dönemde yazdığı ‘’Gorgias’’ diyalogunda, bu tür politikacıların kamu yararını artırmak yerine sağlıksız vaatlerle kitleleri baştan çıkardığını söyler.

Platon şöyle der: ‘’Bir aşçı ve bir hekim, kim hangi besinlerin daha yararlı, hangisinin daha zararlı olduğunu biliyor diye bir tartışmaya girişseler ve bu tartışmanın sonucuna da çocuklar ya da çocuklardan daha umursamaz olanlar karar verse, hekim açlıktan ölürdü’’(1)

Şimdi ikibinbeşyüz yıl saralım ve yirminci yüzyılın başında duralım. Alman sosyolog Max Weber’in çalışmalarını ele alalım. Sosyolojinin kurucularından biri olan Weber, ‘’karizmatik otorite’’ kavramını geliştirmiştir. Bunu, ‘’bireysel olarak bir şahsı sıradan insanlardan ayıran ve onun doğaüstü, insanüstü ya da en azından bazı özel istisnai güçlere ya da niteliklere sahip sayılmasına yol açan belli bir nitelik’’(2) olarak açıklar.

Karizmatik liderler sadakat uyandırır ve destekçileri tarafından kehanet figürleri olarak görülürler. Weber’in çıkarımları, Platon’un şematik vardığı sonucu derinleştirir. Yükselen bir tiran özel, neredeyse büyülü bir auraya sahiptir. Destekçileri onun mucizeler yaratabileceğine ve hayatlarını değiştirebileceğine inanır. Peki bu nasıl olur? Görünüşte düşünen insanları böylesine tehlikeli ve gerçekçi olmayan görüşlere iten şey tam olarak nedir? Bunu anlamak için daha derine inmemiz gerekiyor.

Burada psikanaliz devreye giriyor

Weber Berlin’de karizmatik otoriteyi geliştirirken Sigmund Freud da Viyana’da benzer fikirler üzerinde çalışıyordu. Düşünceleri Kitle Psikolojisi ve Benlik Analizi(1921) adlı kitabında doruğa ulaştı. Bu kitapta Freud, boyun eğmenin psikolojik dinamiklerine vurgu yapar. Freud’un yazılarının çoğu gibi bu kitap da karmaşık bir metindir, ancak net olarak iki ana tema üzerinde durur.

İlk olarak, belirli bir otoriter liderin büyüsüne kapılanların onun kişiliğini idealize ettiğini savunur. Lider, herhangi bir kusurdan yoksun, örnek ve kahraman bir kişi olarak görünür. İkinci olarak, destekçilerin kendilerini liderle özdeşleştirdiklerini ve onun yerine ego idealini koyduklarını ileri sürer.

Ego ideali, kişinin yol gösterici değerlerinin zihinsel bir temsilidir. Neyin doğru, neyin yanlış, neyin zorunlu ve neyin kabul edilemez olduğuna dair inançlardan oluşur. Bu bizim ahlaki pusulamızdır –özünde vicdanımızdır. İnsanların zihninde ego idealin yerini alarak, liderin kendisi destekçilerinin vicdanı hâline gelir ve onun sesi, onların vicdanının sesi olur. Liderin her isteğinin ‘’özünde iyi ve doğru olduğu’’ ortaya çıkar.

Freud’un tezi Hitler Almanyası’nda yaşananlarla çok iyi örtüşmektedir. Alfons Heck vakasını düşünün. Heck, Hitler Gençliği’nin bir üyesiydi. Tarihçi Claudia Koonz, The Nazi Conscience(2003) adlı kitabında Heck’in, en yakın arkadaşı Heinz da dahil olmak üzere köyündeki tüm Yahudilerin daha sonra tehcir edilmek üzere toplanmasını izlerken kendi kendine mantıklı bir insanın yapması gerektiği biçimde ‘’Yahudileri tutuklamaları ne korkunç!’’ demediğini yazıyor. Bunun yerine ‘’Yahudi tehdidi’’ bilgisine kendini kaptırarak şöyle dedi: ‘’Heinz’ın bir Yahudi olması ne korkunç!’’. Daha sonra o günleri Heck, ‘’bunu gayet normal bir şey olarak kabul etmiştim’’ diyerek hatırlamıştı.

Taraftarlar topluluğunun otoriter bir liderle ortak bir öz-kimliği paylaşmasının bir başka önemli sonucu daha vardır. Taraftarlar, ortak bir hareket içinde birbirleriyle özdeşleşirler ve bunun sonucunda bir bütün olarak birleşme deneyimini yaşarlar. Sarhoş edici birlik duygusu ve kişisel çıkarların daha yüksek bir amaca tabi kılınması otoriter sistemlerin çok önemli bir unsurudur. Üçüncü Reich örneği, bunun otoriter retoriğin de temel bir bileşeni olduğunu göstermiştir.

Hitler Almanyası, her bireyin yalnızca bir ırkın veya milletin üyesi olarak önemli olduğu ve bu yüce ve ayrıcalıklı ruha itaatin kişisel çıkarların ötesinde olduğu fikriyle doluydu. Alman çocuklarına kanlarının ‘’saflığını’’ korumaları, yani ırkların karışmasından kaçınmaları öğretildi. Onlara kanlarının kendilerine değil, Alman ırkına –onun geçmişine, bugününe ve geleceğine- ait olduğu ve kanları sayesinde sonsuz yaşama kavuşacakları söylendi.

Hiç şüphesiz, otoriter sistemlere dahil olmanın dini bir çağırışımı vardır. Bu, arınmışlık uğruna kişisel ‘’ben’’in sınırlarını terk ederek daha yüksek bir güce tamamen teslim olma isteğini içerir. Ebedi yaşam, yeniden doğuş ve kurtuluş kavramları da giderek yaygınlaşmaktadır. Hitler’in iktidara yükselişinin yarı-dinsel doğası tarihçi Laurence Rees tarafından The Dark Charisma of Adolf Hitler(2012) kitabında şu şekilde anlatılmaktadır:

‘’Alman kalabalıklar Berchtesgaden’deki dağ evinde Hitler’e itaatlerini göstermek için adeta bir hac yolculuğu gibi yüzlerce kilometre yol kat ettiler. Reich Şansölyeliği’nde onun adına binlerce kişisel mektup gönderildi. Nürnberg’deki parti kongrelerinde Hitler’in resimleri ikonları andırıyordu. Okullarda Alman çocuklarına Hitler’in ‘’Tanrı tarafından gönderildiği’’ ve ‘’yol gösterici’’ olduğu anlatılıyordu. Tüm bu gerçekler, Hitler’in bir politikacı olarak değil, Tanrı’nın meshettiği bir peygamber olarak algılandığını açıkça göstermektedir.’’

Bunu akılda tutarak, Freud’un Bir Yanılsamanın Geleceği(1927) adlı kitabına değinmekte fayda var. Bu çalışma çoğunlukla din psikolojisiyle ilgili olsa da, siyasi bağlamını ve içeriğini göz ardı etmek hata olur. 1927’de Kızıl Viyana’daki hiçbir Yahudi(tesadüfen Hitler’in ilk Nürnberg kongresinin yapıldığı yıldı) ivme kazanan siyasi antisemitizmin dışında kalamazdı. Bir yıldan daha kısa bir süre önce, 1926’da Freud bir röportajda şöyle demişti:

‘’Benim dilim Almanca. Benim kültürüm ve başarılarım Alman. Almanya ve Avusturya’da Yahudi karşıtı önyargıların filizlendiğini fark edene kadar kendimi ruhen Almanlara yakın görüyordum. O andan itibaren Yahudi olarak anılmayı tercih ettim.’’

Freud’un metinde bahsettiği yanılsamalardan biri de ‘’Alman ırkının uygarlık yaratma kapasitesine sahip tek ırk’’ olduğudur.

O dönemde Avusturya siyasi arenası sağcı Hıristiyan Sosyalistler(Heimwehr ya da Vatan Savunma Birliği adı verilen silahlı birlikleri İtalyan faşistleri tarafından finanse ediliyordu) ve daha sol eğilimli Sosyal Demokratlar(Schutzbund adlı silahlı birlikleri vardı) arasında bölünmüştü.

İki grup arasındaki gerilim 15 Temmuz 1927’de solcuların geniş çaplı bir protesto gösterisi denemesiyle kaynama noktasına ulaştı. Her şey, Freud’un dairesine birkaç dakikalık yürüme mesafesindeki Viyana Üniversitesi’ni işgal etme girişimiyle başladı ve gösteri, Adalet Sarayı’nda(yirmi dakikalık yürüme mesafesi) zirveye vardı. Polis protestoculara ateş açtı. Üç saat sonra seksen dokuz protestocu ve beş polis memuru kaldırımda ölü olarak yatıyordu.

O gün ve sonraki iki gün ‘’korku günleri’’ olarak bilinir. Freud gibi Viyanalı entelektüeller için otoriter politikacıların tehdidi çok yakındı.

Alman filozoflar Ludwig Feuerbach ve Karl Marx’ın oluşturduğu geleneği takip eden Freud, dini inançların yanılsama olduğunu savunmuştur, ancak onun bakış açısı istisnaidir: Freud’a göre yanılsama ile yanılsama olmayan arasındaki fark, bunların doğruluğunda ya da yanlışlığında değil, nasıl ortaya çıktıklarında yatmaktadır.

Yanılsamalar, doğru olmalarını istediğimiz için benimsediğimiz inançlardır. Bu inançlar genellikle yanlıştır, ancak bazen doğruymuş gibi oldukları ortaya çıkar. Diyelim bir sabah piyangoyu kazanacağınıza dair yakıcı bir kesinlikle uyandınız ve bir piyango bileti aldınız. Şans eseri aldığınız biletin kazandığını da varsayalım. Kazanacağınıza dair inancınız doğru çıksa da, bu yine de Freudyen bir yanılsama olarak nitelendirilir.

En olağanüstü yanılsamalar sanrılar olarak sınıflandırılır. Sanrılar, hem yanlış olan hem de onları besleyen arzuların katıksız gücü nedeniyle rasyonel revizyona karşı oldukça dirençli olan yanılsamalardır. Dini inançlar, Freud’a göre sanrının en açıklayıcı örneğidir. Ona göre dini inançlar, ‘’insanlığın en eski, en güçlü ve saplantılı arzularının yerine getirilmesidir. Güçlerinin sırrı bu arzuların gücünde yatmaktadır.’’

Dini inancın altında yatan arzular insanın çaresizliğinden kurtulmasıyla ilgilidir. Hastalık, doğal afetler, ve nihayetinde ölüm gibi doğa güçlerine karşı savunmasızız. Ayrıca bize zarar verebilecek, bizi öldürebilecek veya bize adaletsiz davranabilecek başkalarının eylemlerine karşı da savunmasızız.

Freud’a göre kendi çaresizliğimizin farkına vardığımızda, çocuksu prototipimize geri döneriz: çocuklukta deneyimlediğimiz mutlak çaresizlik anıları –bizi önemseyen(ya da önemsemeyen) yetişkinlere mutlak ve korkunç bağımlılığımız. Freud, dindar insanların çaresizlik duygularıyla, kendilerine ölümden sonra yaşam bahşedecek, her şeye gücü yeten koruyucu bir tanrı yanılsamasıyla birleşerek başa çıktıklarına inanıyordu.

Freud’un dini dürtü analizi ile siyasi alanda işleyen psikolojik güçler arasında açık bağlantılar vardır. Genel olarak siyaset, insanın savunmasızlığına bir yanıttır. Siyasi arena en derin umutlarımız ve korkularımızla doludur. Bu bizi, sıklıkla sağlam argümanları o kadar hararetle ve anlaşılmaz bir şekilde saran ve Freud’un yanılsama tanımı kapsamına girmeye başlayan politik yanılsamalara karşı duyarlı hâle getirir.

Bu açıdan bakıldığında, otoriter siyasi sistemler tek tanrılı dinlerle ilişkilidir. Tanrı’nın kendisi gibi, lider de her şeyi bilen, her şeye gücü yeten ve her şeye kadir olarak algılanır. Onun sözleri gerçekliğin ufuklarını tanımlar. Övülmeli ve kayırılmalıdır ama asla sorgulanmamalıdır. Düşmanları, tanım gereği, kötülüğün güçleriyle işbirliği içindedir.

Eğer dinler sadece dileklerin yerine getirildiği fanteziler olsaydı, hepsi de yaygın bir uyum ve refaha yol açardı. Ancak gerçekte durum böyle değildir. Cennetin tatlı vaatleri ancak cehennem tehdidiyle birlikte gelirse anlam kazanır.

Propaganda Psikolojisine Giriş

Otoriter düşüncenin bu karanlık boyutunu incelemek için, daha az bilinen bir başka psikanalistin, İngiliz aristokrat bir aileden gelen Roger Money-Kyrle’in çalışmalarına dönelim. On sekiz yaşındayken Birinci Dünya Savaşı’na katılmak üzere Kraliyet Uçuş Birliği için gönüllü oldu. 1917 yılında uçağı kuzey Fransa üzerinde düşürüldü ve askeri kariyeri sona erdi. Savaştan sonra fizik ve matematik okumak amacıyla Cambridge Üniversitesi’ne kaydoldu, ancak kısa süre sonra felsefeye geçti.

O dönemde Cambridge’deki diğer bazı düşünürler gibi Money-Kyrle de psikanalizle ilgilenmeye başladı. Doktora tezini filozof Moritz Schlick’in yanında yapmak ve Freud tarafından değerlendirilmek üzere 1922’de Viyana’ya gitti. 1926’da İngiltere’ye dönen Money-Kyrle ikinci doktorasını yaptı(bu kez antropoloji alanında) ve daha sonra psikanalist olarak çalışmaya başladı.

Money-Kyrle 1932’de arkadaşı diplomat Arthur Yencken’in daveti üzerine kısa bir süreliğine Berlin’i ziyaret etti(Yencken daha sonra naziler tarafından uçağına saatli bomba yerleştirilerek öldürülecekti). Yencken, Money-Kyrle’i hem Joseph Goebbels’in hem de Hitler’in konuşma yaptığı nazi partisi kongresine götürdü. Money-Kyrle görüp duyduklarından büyülenmiş ve rahatsız olmuştu. Bu yüzden konuşmaları ve kalabalığın dinamiklerini psikanaliz merceğinden inceleyerek olanları anlamlandırmaya çalıştı. Propagandanın Psikolojisi(1941) adlı çalışması bu şekilde ortaya çıktı.

Almanya’yı ziyaret ettiği sırada Money-Kyrle, Avusturya-Macaristan doğumlu İngiliz psikanalist Melanie Klein’ın güçlü entelektüel etkisi altındaydı. Klein, tüm insanların ‘’psikotik bozukluklar’’ olarak adlandırdığı derin ve ürkütücü korkular tarafından eziyet gördüğüne inanıyordu. Bu bozuklukların ve bunlara verdiğimiz tepkilerin, iyi ya da kötü, insan davranışlarını büyük ölçüde belirlediğine inanıyordu.

Klein’ın teorisi iki ana psikotik bozukluk türünün varlığını ortaya koymaktadır: paranoid bozukluk ve depresif bozukluk. Klein ayrıca manik savunma manik savunma olarak adlandırdığı bir fenomeni de tanımlar; bu fenomen kişinin güç, ihtişam ve özgüven sanrıları yoluyla kendi çaresizliğini ve başkalarına bağımlılığını inkâr etmesidir. Manik savunma, kendini zafer, kontrol ve aşağılama yoluyla konumlandırmada ifade edilir.

Money-Kyrle, nazi retoriğinin gücünü anlamak için Klein’ın kavramsal çerçevesini kullanmıştır. Hitler ve Goebbels’in halkları arasında bir tür kitle psikozu başlattığı ve bu psikozun daha sonra siyasi amaçlara ulaşmak için dozunun artırıldığı sonucuna varmıştır:

‘’Konuşmaların bazıları o kadar da etkileyici değildi. Ancak kalabalık unutulamazdı. İnsanlar yavaş yavaş bireyselliklerini kaybediyor ve çok zeki olmayan ama inanılmaz derecede güçlü bir canavarın içine çekiliyor gibiydiler<…>kalabalık tamamen kürsüdeki adam tarafından kontrol ediliyordu, o da insanların duygularını ve deneyimlerini devasa bir piyanonun tuşlarını idare eder gibi idare ediyordu’’

Hitler ve Goebbels’i iş başında izlemek Money-Kyrle’i, siyasi propagandanın işe yaraması için propagandacıların izleyicilerinde çaresizlik duygusu yaratması ve ardından insanlara sihirli bir çözüm sunması gerektiği fikrine götürdü.

İlk olarak, propagandacılar insanları bir depresyon durumuna sürükler –onlara ölçülemeyecek kadar iyi ve değerli bir şeyi kaybettiklerini hissettirir: kendilerine diz çöktürülmüştür. Gülünç duruma düşmüşlerdir. Alman halkının büyük kaderine ihanet edilmiştir. Money-Kyrle bunu şu şekilde açıklar:

‘’On dakika boyunca Almanya’nın savaştan bu yana çektiği acıların bilgisini özümsedik. Canavar adeta bundan bir mutluluk duyarak kendisine acıyordu.’’

İkinci adım, tüm sorunların sorumlusu olarak dışarıdan bir azınlığı ya da grubu tanımlamaktadır. Bunlar bize dışarıdan baskı yapan ya da bizi içten içe yiyen şeytani güçlerdir:

‘’Sonraki on dakika boyunca, tüm bu acıların tek müsebbibi olarak Yahudilere ve Sosyal Demokratlara karşı en öfkeli patlamalar yaşandı. Kendine acıma yerini nefrete bıraktı; ve canavar ölümcül hâle gelmek üzereymiş gibi görünüyordu.’’

Üçüncü adım, çaresizliğin dehşetine karşı manik bir tedavi önermektir:

‘’Kendinden nefret etme ve tikinsinme yeterli değildi. Korkuyu bastırmak da gerekliydi. Böylece konuşmacılar aşağılamadan kendini yüceltmeye geçtiler. Küçükten başlayan parti sonunda yenilmez hâle geldi. Her dinleyici bir parça her şeye kadir olduğunu hissediyordu. İnsanlar yeni bir psikoz durumuna geçiyordu. İndüklenmiş melankoli paranoyaya, paranoya da megalomaniye dönüştü.’’

Hitler’in konuşmasının bu son ve manik aşamasının kreşendosu(3), Money-Kyrle’in otoriter propagandanın başarısında kilit bir bileşen olarak yorumladığı birlik çağrısıydı, çünkü ‘’yalnızca gök gürültüsü ve şimşek sunabilseydi, bir tanrı olarak statüsünü koruyabilmesi pek olası değildi’’. Bu güçlü, pozitif yüklü akoru bir sonuç olarak kullanan Hitler, yeryüzünde cenneti vaat etti: ‘’Ancak bu cennet sadece gerçek Almanlar ve gerçek naziler için mevcuttu. Diğerleri zulmedenler ve dolayısıyla nefret nesneleri olarak kalacaklardı.’’

Money-Kyrle, nazi retoriğini gözlemlemesiyle motive olmuş olsa da, analizleri sadece nazizmi incelemeyi amaçlamıyordu. Gazeteci Gwynn Guilford, 2016 ABD başkanlık seçimleri öncesinde Donald Trump’ı destekleyen çeşitli toplantılara katıldı. Guilford, Money-Kyrle’in tezini test etmek için gözlemlerini kaydetti. Quartz adlı çevrimiçi dergide yayımlanan makalesinde Guilford şöyle yazdı; ‘’Trump mitinglerine gittiğimde kendim için not ettiğim birçok gözlemi analiz ettim. Neredeyse her nokta Money-Kyrle’in vardığı sonuçlarla tutarlıydı.’’

Otoriter liderlerin büyüleyici gücüne ilişkin bu psikanalitik teşhis doğru olsun ya da olmasın, otoriter liderlik olgusunun ardındaki psikolojik güçlere ilişkin bu tür bir analize kesinlikle ihtiyaç vardır. Otoriter yanılsamaları bu kadar çekici kılan şeyin ne olduğunu anlamak, gelecekte kendimizi bu uçuruma geri çekilmemize izin vermememiz için bize bağışıklık kazandırabilir. 

1) Platon / Gorgias 

2) Makalenin orijinalinde yer alan Max Weber cümlesinin Türkçesi Dr. Hülya Eşki'nin Bugünü Anlamak için Max Weber'i Yeniden Okumak adlı makalesindeki hâliyle alıntılanmıştır. 

3) Kreşendo: bir müzik parçasında, seslerin gittikçe en yüksek bir noktaya doğru güçleneceğini belirtir.

Ek olarak;

Kızıl Viyana: Sosyal Demokratların çoğunluğa sahip olduğu ve kentin ilk kez demokratik olarak yönetildiği 1918-1934 yılları arasında Avusturya'nın başkentinin takma adıdır.  

David Livingstone Smith  

Çeviren: Alpcan Candan

2023




Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Tolstoy'un Anarşizmi

  Her şey nasıl başladı? Tolstoy iki büyük gençlik hayali olduğunu yazmıştı: geniş bir aile kurmak ve Shakespeare ve Dante ile aynı seviyede bir dünya edebiyatı yazarı olmak. Kendisine on üç çocuk doğuran Sofya Behrs’i özenle seçti, Yasnaya Polyana’ya yerleşti ve iki ölümsüz başyapıtını birbirini izleyen on beş yıl içinde yazdı. Böylece yaratıcılığın, edebi şöhretin ve aile mutluluğunun zirvesine ulaştıktan sonra, tüm bunlara ihtiyacı olmadığını fark etti. Av tutkusu, edebiyat, çocuklar ve ev –hepsi onun için önemsiz hâle geldi. Hayal kırıklıkları Tolstoy’u intiharın eşiğine getirdi. ‘ ’Her akşam tek başıma soyunduğum odamdaki bölmenin çapraz kirişlerine kendimi asmayayım diye kendimden bir ipi sakladım’’ diye yazdı İtiraflar ’ında; ‘ ’ve şeytana uyar da hayatıma kolay yoldan son veririm diye de silahımı yanıma alıp çıktığım o avlara çıkmaz oldum .’’(1) Tolstoy dini krizinin aniden ortaya çıkmadığını söylemişti, ancak 1877-1878’de neler yaşadığı hâlâ bizim için bir sır olarak kalmay

Dostoyevski ve Nietzsche: Tanışmanın Büyüsü

  Dostoyevski ve Nietzsche karşılaştırmasının en temel sebebi iki yazarın da derin bir ahlak sorgulaması içerisinde olmalarının yanı sıra, Suç ve Ceza’nın Raskolnikov’unun onu çocukluğuna götüren rüyasında gördüğü, sahibi tarafından kırbaçla ve levyeyle dövülerek öldürülen bir atın can çekişmesini izledikten sonra kendini kaybeder gibi koşturup, artık son nefesini vermiş olan atın başını ellerinin arasına alarak onu en çok hasarı aldığı dudaklarından ve gözlerinden öpmesiyle;  Nietzsche’nin Torino’da bir atı kırbaçlanırken görüp aynı Raskolnikov’un yaptığı gibi kendini kaybedercesine ata doğru koşarak zihinsel çöküş yaşamasındaki benzerliktir.  Bu gizemli ortak noktayı bir köşeye bırakırsak sahiden  Nietzsche, Dostoyevski’yi nasıl tanımıştı ve bu bağ nasıl doğmuştu? Nietzsche, 1883’ün Aralık ayında Fransa’nın Nice şehrine gitti ve İtalyan semtinde, 26 rue Saint François de Paule'de 5 yıl yaşadı. Burjuva olarak gördüğü Fransızlarda bulamadığı ortak nokta eksikliği ve arkadaşsızlık o