Ana içeriğe atla

Tolstoy'un Anarşizmi

 Her şey nasıl başladı? Tolstoy iki büyük gençlik hayali olduğunu yazmıştı: geniş bir aile kurmak ve Shakespeare ve Dante ile aynı seviyede bir dünya edebiyatı yazarı olmak. Kendisine on üç çocuk doğuran Sofya Behrs’i özenle seçti, Yasnaya Polyana’ya yerleşti ve iki ölümsüz başyapıtını birbirini izleyen on beş yıl içinde yazdı. Böylece yaratıcılığın, edebi şöhretin ve aile mutluluğunun zirvesine ulaştıktan sonra, tüm bunlara ihtiyacı olmadığını fark etti. Av tutkusu, edebiyat, çocuklar ve ev –hepsi onun için önemsiz hâle geldi. Hayal kırıklıkları Tolstoy’u intiharın eşiğine getirdi. ‘’Her akşam tek başıma soyunduğum odamdaki bölmenin çapraz kirişlerine kendimi asmayayım diye kendimden bir ipi sakladım’’ diye yazdı İtiraflar’ında; ‘’ve şeytana uyar da hayatıma kolay yoldan son veririm diye de silahımı yanıma alıp çıktığım o avlara çıkmaz oldum.’’(1)

Tolstoy dini krizinin aniden ortaya çıkmadığını söylemişti, ancak 1877-1878’de neler yaşadığı hâlâ bizim için bir sır olarak kalmaya devam ediyor. Belli ki bu, zihninin nesnel gerçeklikle uyumsuz hâle geldiği derin bir bilinç kriziydi. Onun için dün doğal olan her şey artık doğal görünmüyordu. Ve bu zamana kadar alışık olduğu yaşam sistemi, aile, romanlar, bu toplum, bu medeniyet ve yaşam dayanılmaz, acı verici hâle geldi –her şey anlamını yitirdi.


Bir şekilde intihar etme isteğinin üstesinden gelen Tolstoy, hayatın gerçek anlamını aramaya yöneldi. Antik çağın bilgelerini okumaya başladı, ancak bu ona aradığı yanıtları vermedi. Okuma yazma bilmeyen köylülerle iletişime geçti ancak onların basit olarak gördüğü gerçekleri de onu tatmin etmeye yetmedi. Sonra kiliseye gitti. O zamana kadar kendini ateist olarak tanımlıyordu, ama şimdi oruç tutuyor, dua ediyor ve hagiorafiyi(2) inceliyordu. Ancak ilk komünyon deneyimi onu reddetmesine neden oldu. Rahibin şarap ve ekmeğin İsa’nın kanı ve bedeni olduğuna dair inancını teyit etmesini istemesi Tolstoy için imkânsızdı. Tolstoy’un inatçı zihni, yazılarında yer almaya devam edecek olan tüm dini mistisizme direndi.

Tolstoy’u kiliseden uzaklaştıran ikinci nokta, otorite sahipleri ve ordu için dua edilmesi talebiydi: ‘’Tanrı tarafından korunun ülkemiz, yetkilileri ve ordusu için Tanrı’ya dua edelim’’. Tolstoy bu talebi İncil’de bulamadığı gibi, bunda Hıristiyanlığın ruhuna aykırı bir şey görüyordu.  Tolstoy’un kilise otoritesinde kabul edemediği üçüncü şey ise tüm Hıristiyan mezheplerine ve diğer inançlara karşı hoşgörüsüzlüktü. Ve tüm bunları bir araya getirdiğinde kilisede hayatının anlamını oluşturabilecek bir şey bulamadığını fark etti. Kiliseye gitme girişiminde dini ritüelizmin entelektüel için sempatik olmayan yanını gördü. Buna ek olarak, Hıristiyan inancının kendi içindeki çelişkileri ve belirsizlikleri de hissetti. Ancak tüm bunlara rağmen inanç olmadan yaşanamayacağını düşünmeye başlamıştı. Ama inanç tatmin etmiyorsa ne yapmalıydı? Elbette yeniden keşfedilmeliydi. Bu düşüncesi ile ‘’Tolstoizm’’ adı verilen yeni bir dini akımın tarihi başladı. Bu aynı zamanda onun anarşizminin tarihinin de başlangıcıdır. Tolstoy’da Hıristiyanlık ve siyaset temaları ayrılmaz bir şekilde birbirine bağlıdır ve onun siyasi ideali Tanrı arayışının bir sonucudur. Hıristiyan teolojisini eleştiren ve kendi yorumunu sunan birçok metin yazmıştır, ancak bu konudaki en önemli eseri 1884’te yazdığı ‘’İnancım Neden İbarettir?’’ adlı incelemesidir.  

Araştırmacıların yazdığına göre, bu dönemde Tolstoy tamamen değişti: aile hayatını kınamaya başladı, tıpkı Joseph Proudhon gibi bilimle alay etti, mülkiyeti hırsızlık olarak adlandırdı ve en önemlisi –bir ahlaksızlık edebiyatı ilân etti. Öyle bir noktaya geldi ki, edebi işlerini özenle yürüten karısından tüm romanlarını ve novellalarını satın alıp yakmasını istedi. Eğer daha fazla kurgu yazacaksa, bunların sıradan insanlar için uyarıcı hikâyeler olması gerektiğine karar verdi. Ve gerçekten de bununla ilgili başyapıtlar yazdı. Ancak hayatının geri kalanında pragmatik olmayan sanatla alay etti ve küçümsedi.



’Ama bir gün’’ demişti Tolstoy, ‘’İncil’e tamamen başka bir gözle baktım ve Mesih’in sözlerinin özü dün gibi açık hâle geldi. Tüm müjdenin anahtarı Matta V. Bölüm, 38-39. ayetlerden bir pasajdı; ‘Göze göz, dişe diş’ dendiğini duydunuz. Ama ben size diyorum ki, kötüye karşı direnmeyin’’. Tolstoy’un tüm hayatını değiştiren ve dünya görüşünü yapılandıran keşfi bir metafor, ipucu ya da şifre değil; basit ve açık bir talimat olarak gördüğü ‘’kötüye karşı direnmeyin’’ ifadesidir. Tolstoy’a göre ‘’direnmeme’’ ifadesini acı çekmenin ve mahrumiyetin övülmesi olarak görüyoruz ve yanlış değerlendirmiş oluyoruz. –Mesih bizden bunların hiçbirini istemiyor. Eğer kendinizi Mesih’in bir öğrencisi olarak görmek istiyorsanız, kötülüğe karşı direnmemelisiniz. Aynı zamanda hepimize çocukluğumuzdan itibaren Mesih’in yasasının ilahi olduğu ama ona hiçbir şekilde itaat edilmemesi gerektiği öğretilir. Bize ‘’şiddet yoluyla kötülüğe karşı güvenliğimizi sağlayan’’ kurumlara saygı duymamız öğretilir: devlet, polis, ordu vb. Tolstoy’un özetlediği gibi, etrafımızdaki her şey –iç huzurumuz, kendimizin ve ailemizin güvenliği, mülkümüz Mesih tarafından reddedilen bir yasa, ‘’dişe diş’’ yasası üzerine inşa edilmiştir.

İncil’i dikkatle okuyan Tolstoy başka bir keşif daha yapar ve bu keşif Mesih’in ‘’Başkasını yargılamayın ki, siz de yargılanmayasınız’’(3) sözüyle ilgilidir. Çocukluğumuzdan beri bu cümleyi duymuşuzdur. Bu cümle insanların sözlü olarak kınanmasının bir eleştirisi olarak algılanır; dedikodu yapmayın, insanların arkasından kötü sözler söylemeyin vb. Ancak hiç kimse Mesih’in bu cümleyle her düzeydeki yargılamalarla ilgili olarak şunu söylemiş olabileceğini düşünmez: insanları mahkemeler tarafından yargılamayın, çünkü mahkemeler kötülüğe kötülükle karşılık verir. Kötülüğe kişisel düzeyde direnilemiyorsa, kurumsal düzeyde de direnilmemesi gerektiği mantıklıdır.

Tolstoy’u daha iyi anlayabilmek için burada biraz ara vermeli ve Hıristiyanlığın tarihsel kaderinden bahsetmeliyiz. Tolstoy’un mantığına göre, Hıristiyanlığın dördüncü yüzyılın ortalarında Konstantin tarafından meşrulaştırılması, hiçbir şekilde İsa’nın Dağdaki Vaazı’nın bir ‘’zaferi’’ değildi. Aksine, Platon’un sözleriyle, idea ‘’madde tarafından esir alınmaya’’, sekülerleşmeye başladı. Bu özgürleşme ve gerçekliğe uyum sağlama, Havari Pavlus’un mektuplarından başlayarak patristik literatürde zaten görülebilir. Çok geçmeden Bizans’ta iktidar ve kilisenin ‘’senfonisi’’ ilkesi, Batı Avrupa’da ‘’iki kılıç teorisi’’ ve İsa’nın sözlerinin devlet adamı tarzında yorumlandığı diğer bazı kavramlar ortaya çıkar.

Mesih’in ‘’Sezar’ın hakkını Sezar’a, Tanrı’nın hakkını Tanrı’ya verin’’(4) sözünü, Havari Pavlus’un ‘’Tanrı’dan olmayan hiçbir otorite yoktur’’ sözüyle karşılaştırın. Her iki ifade de bir şekilde otoriteye atıfta bulunuyor gibi görünmektedir, ancak bir bağlantı var mıdır? İlk ifade sosyal ve dini yaşamın özerkliğini vurgularken, ikincisi otoriteyi tanrılaştırır. Mesih’in bu şekilde anlaşılması gerektiği istenci ortaya çıkmaktadır. Kilise ve devlet arasındaki ilişki Hıristiyan doktrininin en zor sorularından biridir. Tolstoy bu çelişkileri hissetti ve onları açığa çıkarmak istedi. Dolayısıyla, ilk Hıristiyanların benimsediği gibi bir din, devletle hiç uyumlu değilmiş gibi görünüyordu. Ancak dördüncü yüzyıldan bu yana Hıristiyanlığın devlet için yararlı bir otorite olabileceği keşfedildi. Çünkü devlet çıkarları söz konusu olduğunda doğal olarak savaşlar ve infazlar vardır, bunların da bir şekilde gerekçelendirilmesi gerekir.

Rusya’da Hıristiyanlığın ilk günlerinin hikâyesi bir örnek olarak açıklayıcıdır; ‘’Geçmiş Yılların Hikâyesi’’(5) Aziz Vladimir’le ilgili etkileyici bir hikâye içerir. ‘’Rusya’yı vaftiz ettikten sonra Vladimir Tanrı korkusuyla yaşamaya başladı ve soygunlar büyük ölçüde arttı. Yunan piskoposlar ona, ‘Soyguncuları neden idam etmiyorsun?’ diye sordular. Vladimir, ‘günahtan korkuyorum’ diye yanıt verir ve Mesih’in düşmanları affetmeye ve sevmeye çağırdığını ima eder. Aşağılık bir günahkar olduğum zamanlar olsaydı idam ederdim ama artık İncil’i okudum. Yunan piskoposlar şöyle cevap verirler: ‘Sizler Tanrı tarafından kötüleri cezalandırmak ve iyilere merhamet etmek için görevlendirildiniz. Hırsızları idam etmelisiniz ama bunu soruşturarak yapmalısınız’’ Soruşturarak! Kulağa mantıklı geliyor fakat Hıristiyanlığın tüm bunlarla ne ilgisi var? Böylece gerçeklikle çarpışan fikir deforme olmaya başlar ve çok geçmeden karşıtının görünümünü alır.

Tolstoy şöyle devam eder; ‘’Dağdaki Vaaz’a ulaşması imkansız olan ama insanlığın mutlaka ulaşmak zorunda olduğu bir ideal olarak inanıyoruz. Fakat emirleri harfi harfine yerine getiren var mı? ‘’Komşunu sev’’ diyor- hangimiz sevdi? ‘’Diğer yanağını çevir’’ diyor, kim çevirdi? ‘’Senden isteyene ver’’ diyor, kim verdi?

Tolstoy’a göre Mesih, Dağdaki Vaaz’da sadece kurtuluş için nasıl yaşanması gerektiğine dair ahlaki buyruklar değil, aynı zamanda sosyal kötülüklerin(savaşlar, şiddet, eşitsizlik) üstesinden gelmek için nasıl yaşanması gerektiğine dair de mesaj vermiştir. Ona göre, Mesih’in öğretisinin çok basit bir pratik anlamı vardır. Tüm ‘’mistisizmden’’ arındırılmış beş basit emre uyarak dünya barışının sağlanabileceğini düşünür; öfkelenme, zina yapma, küfür etme, kötülüğe karşı direnme ve kendi halkınla başkalarınınkini ayırt etme. Eğer kötülüğe bir kez karşı koymazsak, teslim olmazsak, kötülük zinciri kırılacak ve kötülük yavaş yavaş yok olacaktır. Ve eğer kendi insanlarımızla diğer insanlar arasında ayrım yapmazsak, insanların savaş için ahlaki bir gerekçesi olmayacaktır.

Tolstoy’a göre sorun, toplumsal gerçekliğimizin mimarlarının –devlete yakın açgözlü, iktidar düşkünü ve kötü niyetli insanların- bu gerçekliği mümkün olan mümkün olan tek gerçeklik olarak onaylamaya çalışması değil, birçok sıradan insanın bu durumdan memnun olmasıdır, çünkü bu durum onların küçük açgözlülüklerini, küçük iktidar düşkünlüklerini ve küçük ahlaksızlıklarını meşrulaştırmakta, bir norm olarak kabul etmektedir ve herkes kral çıplak masalında olduğu gibi konsantre bir şekilde sessizdir. Tolstoy sadece kralın çıplak olduğunu haykırmak istemiştir ve haykırmıştır da.

‘’İnancım Neden İbarettir?’’ adlı eser, Hıristiyanlığın rasyonalist bir açıklamasına yönelik en tutarlı girişimdir. Vahiyle gelen müjde, yaşam için en uygun mesaj hâline gelir. Birçok akademisyen Hıristiyanlığın bu şekilde rasyonelleştirilmesini Tolstoy’un öğretisinin bir zayıflığı ve bir bütün olarak Tolstoy’un dünya görüşünün bir çelişkisi olarak görmektedirler. Spontane yaşamı her şeyin üstünde tutan ve gerçekliğin teorik bilgisine karşı çıkan bu adam, Hıristiyanlığı rasyonalizmin dar boğazından geçirerek son derece basitleştirmiştir onlara göre.

Ancak bu sosyal yönelimli beş emirden Tolstoy’un siyasi ideali, devletle ilgili olarak 20. yüzyılda ‘’büyük ret’’ olarak adlandırılan şeyi, yani sistemin tamamen reddilmesini ifade eden anarşizmi doğar. Orduya hizmet etmeyi, oy vermeyi, yasal olarak evlenmeyi, Hıristiyanlık karşıtı ve şiddete eğilimli olarak herhangi bir devlet kurumuyla ilişki kurmayı reddetmektir bunlar. Bugün bu davranış ‘’sivil itaatsizlik’’ olarak adlandırılmaktadır. Ancak Tolstoy’un asıl amacı devletle savaşmak değildir. Anarşist olduğunu hiçbir zaman kabul etmemiştir.

Boris Prokudin

Çeviren: Alpcan Candan


1) İtiraflarım, Tolstoy / Dorlion Yayınları

2)Hagiografi: Ermiş olduğu kabul edilen kişilerin ve kendini dine adayanların hayatlarının anlatıldığı edebi eserler

3)Matta 7:1

4)Matta 22:21

5)Geçmiş Yılların Hikâyesi: Yaklaşık 850 ile 1100 arasında Kiev Kinezliği'nin tarihi. 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Celladı İlahlaştıran Kurbanlar

  Platon’dan Max Weber’e Platon tiranlık sorununu ele ala ilk ve en etkili düşünürlerden biridir. MÖ 380 civarında yazdığı Devlet adlı diyalogunda, demokrasilerin tiranlık biçiminde başarısız olmaya mahkum olduğunu savunur. Platon hiçbir zaman demokrasi taraftarı olmamıştır. Muhtemelen bunun nedeni, hocası Sokrates’i ölüme mahkum eden Atina demokrasisiydi. Platon, demokratik yönetim biçimlerinin ahlaksız ve eğitimsiz bir nüfus ürettiğine ve bu nüfusun kitlelerin arzularını tatmin etmekte usta olan sözle aldatma ve ikna etme yetenekleriyle donanmış politikacılar için kolay bir av haline hâline geldiğine inanıyordu. Aynı zamanda Platon, ‘’Devlet’’ ile aynı dönemde yazdığı ‘’Gorgias’’ diyalogunda, bu tür politikacıların kamu yararını artırmak yerine sağlıksız vaatlerle kitleleri baştan çıkardığını söyler. Platon şöyle der: ‘ ’Bir aşçı ve bir hekim, kim hangi besinlerin daha yararlı, hangisinin daha zararlı olduğunu biliyor diye bir tartışmaya girişseler ve bu tartışmanın sonucuna da ç

Dostoyevski ve Nietzsche: Tanışmanın Büyüsü

  Dostoyevski ve Nietzsche karşılaştırmasının en temel sebebi iki yazarın da derin bir ahlak sorgulaması içerisinde olmalarının yanı sıra, Suç ve Ceza’nın Raskolnikov’unun onu çocukluğuna götüren rüyasında gördüğü, sahibi tarafından kırbaçla ve levyeyle dövülerek öldürülen bir atın can çekişmesini izledikten sonra kendini kaybeder gibi koşturup, artık son nefesini vermiş olan atın başını ellerinin arasına alarak onu en çok hasarı aldığı dudaklarından ve gözlerinden öpmesiyle;  Nietzsche’nin Torino’da bir atı kırbaçlanırken görüp aynı Raskolnikov’un yaptığı gibi kendini kaybedercesine ata doğru koşarak zihinsel çöküş yaşamasındaki benzerliktir.  Bu gizemli ortak noktayı bir köşeye bırakırsak sahiden  Nietzsche, Dostoyevski’yi nasıl tanımıştı ve bu bağ nasıl doğmuştu? Nietzsche, 1883’ün Aralık ayında Fransa’nın Nice şehrine gitti ve İtalyan semtinde, 26 rue Saint François de Paule'de 5 yıl yaşadı. Burjuva olarak gördüğü Fransızlarda bulamadığı ortak nokta eksikliği ve arkadaşsızlık o